1. SANAT
  2. /THE CLUB OF ROBB

26 Mart,2025

Eserlerin Dilinden

UNESCO tarafından 20.Yüzyılda dünyadaki en iyi koleksiyon olarak kabul edilen Hüseyin Kocabaş Koleksiyonu, bünyesindeki eserler kadar onların hikayeleriyle de etkileyici.

Yazar Robb Report Türkiye

Eserlerin Dilinden

UNESCO tarafından 20.Yüzyılda dünyadaki en iyi koleksiyon olarak kabul edilen Hüseyin Kocabaş Koleksiyonu, bünyesindeki eserler kadar onların hikayeleriyle de etkileyici.

Hüseyin Kocabaş ismi, dünya çapında eşsiz bir mertebeye çok yıllar önce erişti. Bir çocuğun 100 yıl önce eline geçen, belki o gün onu hayli heyecanlandıran ve bir anlam yükleyerek saklayıp bugünlere getirdiği Bizans sikkesi, bugün ‘dünyanın en önemlisi’ kabul edilen bir koleksiyonu doğurabiliyor... Ve biz bugün, o büyük koleksiyonerin torunu olan ve dedesiyle aynı adı taşıyan, Arthill’in kurucusu, koleksiyoner ve müzeci Hüseyin Kocabaş’a konuk oluyoruz. Her yanı birbirinden kıymetli eserlerle çevrili Arthill’de tarifsiz duygular içinde eserlerin ortasında oturup kahvelerimizi içerken, Hüseyin Kocabaş sanki hissediyor… Gözümüze çarpan, hayranlıkla baktığımız her parçanın hikayesini bizimle paylaşıyor. Öyle anlar geliyor ki, bazen soru sormaya bile fırsat kalmadan kendimizi tarihin bir noktasından çıkıp buraya gelmiş, yanı başımızda duran bir eserin hikayesiyle büyülenirken buluyoruz. Saatler geçse de her eser, bir başka esere pas atıyor, biz hep yeniden ve yeni bir heyecanla koleksiyonun bizi alıp götürmesine izin veriyoruz.

 

Arthill’in doğuş hikayesiyle başlayabiliriz sohbetimize.

Biz normalde koleksiyoneriz. 1918 yılında dedem başlıyor koleksiyonculuğa, dedemin topladığı koleksiyon, babamla birlikte ‘20.Yüzyılda dünyadaki en kıymetli ve en değerli koleksiyon’ olarak kabul ediliyor. Aynı zamanda bu koleksiyonla biz Türkiye’nin ilk özel müzesi, Kocabaş Müzesi’ni hayata geçiriyoruz. Şu anda koleksiyonun büyük bölümü Sadberk Hanım Müzesi’nde sergileniyor. İstanbul Arkeoloji Müzesi gibi birçok farklı müzede de koleksiyonlarımız var. 30 binin üzerinde eser yer alıyor, bu koleksiyonda. Benim doğduğum ev, Cumartesi-Pazar halka açık müzeydi Nişantaşı’nda. Ailede bir sürü iş var, sanayi işi var, tekstil işi var, ama ben de okul hayatı ve askerlikten sonra dededeki hastalık herhalde bize de geçmiş, başka hiçbir iş yapmadım. 1995 yılından bu yana profesyonel olarak bu işin ticaretini de yapıyoruz.

 

Arthill’i bu alandaki diğer firmalardan ayıranlar neler?

Arthill; müzecilik, koleksiyonculuk ve kuyumculuk firması; bu üç temel üstünde ilerliyor. Burada bizi diğer firmalardan ayıran kendi uzman ve akademik kadromuzun olması ve dünyadaki bütün müzelerle istişare halinde olmamız. Bir de çok önemli bir husus, günün şartları değiştikçe ya da bazı şeyler kolaylaştıkça ve ucuzlaştıkça, biz eski sistemden kopmuyoruz. Yani ne kadar dijitalleşirsek dijitalleşelim, ki şu an online müzayedeler yapıyoruz, biz burada farklı bir sisteme sahibiz. 20 yıldır aynı ekiple çalışıyoruz. Bir müzayede hazırlarken bunu normal katalog müzayedesi gibi hazırlıyoruz. Sadece finalde matbaaya gitmiyoruz, sisteme yüklüyoruz. Tabii bu bir keyif işi, bu keyfi de olması gerektiği gibi sürdürmeye çalışıyoruz. Oradaki kapışmalar, şahsi rekabetler bambaşka. Sanatın içinde sosyalleşme de hem müşteriye hem bize ayrı bir tat veriyor.

 

Siz tabii bu dünyanın içine doğdunuz ama kişisel yolculuğunuz ve meraklarınız, işinize yaklaşımınıza zaman içinde nasıl şekil verdi?

1995’te meslek olarak bu işi yapmaya başladığım zaman tabii farklı birşey oldu çünkü herkes bu işi ticaret olarak görüyor, fakat biz koleksiyoner ve müze kökenli olduğumuz için hem koleksiyoner hem de özel müze sahibi gözüyle “bu iş nasıl yapılabilir, nasıl geliştirilebilir” diyerek işimize yoğunlaştık. Onun için 1995 yılından beri müzayedeler düzenliyoruz, ekspertiz ve değerleme hizmeti veriyoruz, antika sanat eserleri yatırım danışmanlığı yapıyoruz, yayınlarımız ve bir çok düzenlediğimiz sergiler var.

 

Bir müzayedeye çıkacak eserlere nasıl karar veriliyor?

Bizim müzayedelerde seçtiğimiz eserlerde birkaç kriter var, bunlardan dikkat ettiğimiz başlıca konulardan birisi eserin menşei ve provenansı, eserin nadirliği ve özellikleri gibi. Bir koleksiyonerin ya da bir sanatseverin normal şartlar altında ulaşamayacağı tarzdaki eserleri biz müzayedelerimizde değerlendirmeye çalışıyoruz. Ağırlıklı olarak Türk-İslam Sanatları, Osmanlı Sanat Eserleri alanlarında uzmanlığımız var, tabii en büyük uzmanlığımız da Osmanlı Hanedanı’na ait eserler... Osmanlı sultanlarına, saray yüksek erkanına özel yapılmış, bizzat onların kullandıkları eserler... Bu da bizim özel ilgi alanımız aslında.


 

Dışarıdan bir gözle yorumum, sizin işinizin tabiatında sanki önce merak doğuyor, sonra bu zamanla tutkuya dönüşüyor. Siz buna katılır mısınız ve tutkunuzu, hevesinizi nasıl diri tutuyorsunuz?

Koleksiyonerlikte şöyle bir durum var, her koleksiyoner başta aldığı eserleri bir müddet sonra beğenmemeye başlayabilir, kendini geliştirir onların daha iyi örneklerine sahip olur, bu süre içinde de zaten elindeki diğer eserleri, kendi koleksiyonuna kaynak oluşturmak için değerlendirir. Dünya genelinde bunu müzeler de yapar, Türkiye’de pek yoktur böyle bir sistem. Çünkü koleksiyonun yaşaması lazım. Koleksiyon da masrafları olan, bakımı olan, ihtiyaçları olan birşey; bunun sağlanması lazım ve koleksiyon içindeki eserlerin sürekli gelişmesi lazım. Biz bu konuda da danışmanlık hizmeti veriyoruz. Koleksiyonların envanterlerini oluşturuyoruz, koleksiyonerin zevkine göre de bu iş şekilleniyor, araştırmalarını yapıyor ve eserleri tasnif ediyoruz, eksik ya da ihtiyaç olan eserleri temin ediyoruz.

 

Yeni bir eseri nasıl keşfedersiniz? Bunun bir metodu, size ait bir yolu var mı?

Tüm dünya müzayedelerini, fuarları ve sergileri sürekli takip ediyoruz, tabii ki gezerken de karşımıza çıkabiliyor ama sonuçta; koleksiyonerler, önemli köklü aileler, bize ulaşıyorlar eserlerinin değerlendirilmesi için. Biz de eser, koleksiyonumuza veya danışmanlığını yaptığımız özel müze veya bir koleksiyona uygunsa kendimiz alıyoruz veya müzayede yoluyla değerlendiriyoruz, o şekilde ilerliyoruz.

 

Türkiye’de müzayedecilik hakkındaki görüşlerinizi öğrenebilir miyiz, dünyaya kıyasla nasıl bir yerdeyiz?

Sonuçta; bu iş, ciddi bir bilgi birikimi, belli bir kültür seviyesi, belli bir göz terbiyesi gerektiriyor. Türkiye’de bu işi ciddi olarak yapan birkaç firma var. Doğal olarak dışarıdan baktığınız zaman eserler çok kıymetli, rakamlar çok büyük ve özellikle pandemi döneminde herkes kendi mesleğini bıraktı, antikacı oldu, müzayedeci oldu. Maalesef, Türkiye’nin yasaları ve şartları da buna çok müsait. Bugün mesela Londra’da sosyal medya hesabınızdan bir eserin fotoğrafını paylaşamazsınız, burada Instagram’da müzayede yapılıyor.

 

Sizin ayrıca bireysel koleksiyonunuz ya da koleksiyonlarınız var mı, bu koleksiyonlara dair akılda kalan ve paylaşmak isteyeceğiniz anektodlar?

Bizim Kocabaş Koleksiyonu’nda, Kocabaş Müzesi envanterinde olan tüm eserler şu an müzelerde, aile koleksiyonumuzda olan eserler bizde. Mesela arkada gördüğünüz tabağı oğlum Yiğit, Paris’te bulmuştu. Sırf o tabak için Paris’e gitmek için bilet ayarlamaya çalışırken bir tanıdığımız çıktı ve tabağı bize, İstanbul’a getirdi. Ya da 30 sene önce, bu gördüğünüz broş bir müzayedede çıktı. Heyecanla gittim, o zamanın parasıyla 350 bin dolara çekiç vurdular, rakam muazzam, 350’nin üstüne komisyon ve KDV’yi de koyun, yarım milyon dolar. Sonra kayboldu eser, o zamanın zenginlerinden biri aldı. Ama eserin görseli sonradan çok meşhur oldu, kitaplara kapak oldu… Belki elli, belki yüz kitap… Eser de Sultan V. Mehmed Reşad Han için yapılmış bir nişan, muhtemelen fes sorgucu. Çünkü, sultanlar sorguç takarlardı sarıklara, Sultan Abdülmecid döneminde fese döndüler. Bu mücevher şeklinde bilinen en büyük Osmanlı İmparatorluk Arması... Sonra önümüze geldi eser, böyle enteresan bağlar olabiliyor, dünyayı dolaşıyor eser ve yine size geliyor. Veya alt kattaki showroom’daki paravan, 30 yıldır peşindeydik. Feriköy’de bazı eserleri almak için bir binaya girince karşımıza çıktı. O paravan, Federico Fellini’nin malikanesinden çıkma. Bir dede dostum vardı, onun eşi İtalyan’dı. İtalya’da bir müzayededen alıp getirmişti. Hatta bir müzayedeye koymuştu, ben de gencim o yıllarda, bakıp bakıp geri dönüyordum. Sonra yine yollarımız kesişti işte…


 

İstanbul ve bu şehrin hikayeleri sizi ve işinizi nasıl besliyor?

Bizim meslekte bir laf vardır, “Bu dünyanın malı bitmez” derler, inanın İstanbul’un da bitmez. Dünyada bu işin merkezleri var, Londra, Paris, New York gibi. Esasında bizim en büyük idealimiz İstanbul’u bu merkezlerden biri yapmak. Aslında olması gereken bir şehir, çok çok önceden de olabilirdi. Bu konuda çalışmalarımız var… Arthill’i 2019 yılında bir müzecilik firması olarak kurduğumuzda, müzayede de departmanlarımızdan biri oldu. Bir müzeci, bir koleksiyoner gözüyle bakıp; “koleksiyonerlerin ihtiyaçları ve istekleri nedir?” diye düşünerek bu işi yapmaya çalıştık. Bu iși yaparken ekspertiz hizmeti, danışmanlık hizmeti veriyoruz, bünyemizde Adalet Komisyonu bilirkişisi dahi vardır. Bizim diğer firmalardan farkımız, tüm ekspertizi kendi bünyemizde yapabilmemiz…

 

Bu alanda çok fazla firma var mı?

Çok fazla firma var ama bu anlamda yapan çok fazla yok. Biz mesela anahtar teslim sıfırdan müze kurabiliriz, koleksiyon oluşturabiliriz, gerekli resmi işleri takip edebiliriz. Arthill’i kurarken bu işin ticaretini yapmanın yanında hukukuna da konsantre olduk. Türkiye’deki en büyük sıkıntı… Çünkü bilinmiyor. 2863 sayılı bir yasamız var, tam uygulanamıyor. Bununla alakalı uzmanlaştık. Şu anda sektördeki özel müzelere, koleksiyonerlere, bu işin ticaretini yapan kişilere hukuk hizmeti de veriyoruz.

 

Türkiye’de koleksiyonerlere ya da koleksiyoner olmak isteyenlere söylemek istedikleriniz olur mu, nelere dikkat etmeliler sizce?

Burada en önemli nokta, ne toplamak istiyorlar, nelerden hoşlanıyorlar buna iyi karar vermeleri lazım. Bizde bazı şeyler ters ilerliyor; önce para sonra bilgi gibi… Normalde önce bilgi sonra para olması lazım, yani önce bir donanımın olmalı, sonra parayı harcayarak eser sahibi olmak lazım. Ciddi bir uzmanlık gerekiyor, eserin orijinal olup olmaması ayrı bir konu, eserin değerlendirilmesi, yani fiyatlandırılması ayrı bir konu. Bugünün trendlerine göre bile değişebiliyor, ciddi bir eksperle çalışıldığı takdirde de koleksiyoner piyasadaki ani değişimlerden etkilenmiyor. Çünkü; örneğin, günün trendlerinden dolayı belli eserler prim yapmıştır, çok ciddi rakamlara el değiştiriyor olabilir. Bu arada boş bulunup yatırım olarak düşünerek satın alırsanız, ama esasında balondur, o duruma denk gelmişsinizdir…

 

Çocukluğunuza dair hatırladığınız, sizi çok etkileyen ve belki de sizi bu mesleğe yönelten bir anınız var mı?

Bu meslekte sahip olma duygusu çok güçlü... O sahip olduğunuz şeyi, başkalarıyla paylaşmak istiyorsunuz... O sahip olmanın verdiği güç, haz… Bunları koruyabilmek… Sonuçta Nişantaşı’nda bir binada bir müze var, aile de orada oturuyor ve oradaki koleksiyonun sahibi olan kişi dünyaya kafa tutabiliyor. Mesela bir mermer heykel vardır, bu heykelin vücut kısmı British Museum’dadır, baş kısmı da bizim koleksiyonumuzdadır. Bu eser için İngiltere Hükümeti heyet gönderdi, bizim eve geldiler. Dedeme “Heykel bizde kafa sende, sat bunu” dediler. Dedem “Sizin hükümetinizin gücü benden mal almaya yetmez, siz bu heykeli satacağınız zaman bana haber verin” deyip gönderdi. Bu beni çok etkileyen bir olay. Bir parasal karşılığı yok bunun… Bu hikaye bence çok daha kıymetli paradan.... Mesela tunçtan yapılmış bir çocuk başı heykeli vardı bizim koleksiyonumuzda, İsviçreli bir koleksiyoner işadamı randevu alıp Türkiye’ye, bizim eve geliyor... Dedemden satmasını istiyor... Dedem satmayacağını söyleyince 100 bin lira teklif ediyor. O tarihte muazzam bir rakam, gazetelere haber oluyor... Dedem gönderiyor adamı. Adam tekrar geliyor, bu kez diyor ki “100 daire”. Şimdi böyle şeyler aile içinde infial çıkartabiliyor; torunlar var, çocuklar var, gençler var… Dedem bir de hakaret gibi algılıyor, etkileniyor, çok enteresan bir duygu olsa gerek... Sonra adam tekrar gelip 200 daire teklif ediyor, daireleri teklif ettiği yer de Ataköy… O zamanlar yeni yapılıyor Ataköy. O tunç çocuk başı şimdi Sadberk Hanım Müzesi’nde sergileniyor. Tabii çok enteresan; dedem, ilkokul mezunu, 1909 doğumlu. Çok lisan konuşuyor, altı lisanı anadili gibi konuşuyor. İngiltere’ye gidip İngilizce konferans veriyor, Fransa’da Fransızca, İtalya’da İtalyanca… Bu dillerde kitaplar yazıyor, bunların bazıları yayımlanıyor bazıları hala yayımlanmayı bekliyor. 1940 yılında “Porselencilik Tarihi” adlı bir kitap yapıyor, kitabın içindeki tüm damgaları eliyle çiziyor, hepsi bizim koleksiyonun eserleri ve düşünün, sene 2024, bütün dünyada hala antikacılar bu kitaba bakar, basılan kitaplar da kaynak gösterir. Dedem, ‘dünyadaki gelmiş geçmiş en önemli eksper’ olarak kabul ediliyor… Çivi tabletlerini okuyor mesela... Ölmeden 10 sene önce şekerden dolayı kör oluyor… British Museum’da, Louvre Müzesi’nde eserler vardır, müzelere alınmadan önce Türkiye’ye getirilmiştir… O eserler, dedemin önüne konulmuştur ve eline alıp, dokunarak sahte mi orijinal mi diye ayırt etmiştir...

EN GÜNCEL THE CLUB OF ROBB HABERLERİ